16 Şubat 2010 Salı

Fotokopiler'den tıpkıbasım (Part I )

Uzunluk açısından beklediğimden daha fazla satırı kırmızıya boyamış olmak beni buna - alıntılarımı parçalara ayırmaya- mecbur bıraktı. Kitap toplamda 29 adet "Fotokopi"den oluşuyor. Bu arada beni çok etkilemiş "fotokopi"lerden biri olan "Bebek arabalı yaşlı kadın" hikayesini hiç kesintiye uğratmaksızın alıntılamayı uygun görüyorum. Çok önemli bir detayın altını çizmezsem vicdanım beni daha sonra köşe bucak kovalar, bu kitabı evet bir usta kalem, John Berger yazmış ama çevirisini de bir başka usta yapmış, Cevat Çapan.

Ufacık bir not; Bugünlerde gerek "bebek arabalı yaşlı kadın" hikayesi, gerek izlediğim "Into the wild" filmi zihnimi epeyce oyaladı, hatta denilebilir ki bu ikisi henüz yerine oturmamış ama tozlanmış düşünce toplarımı oldukları yerden aldı ve tıpkı acemi bir jonglör gibi elinde oynattı.

Şimdi vicdanım rahat sahneyi terkediyorum.

1. Erik ağacının yanında duran kadınla adam

Yola çıkmadan bir fotoğraf çekip çekemeyeceğini sordu. Mutfakta bir kahve içiyorduk.
Fotoğraf makinemi gördünüz mü? diye sordu.
Hayır.
Dün gece dikkatinizi çekmedi mi?
Başıyla yerde, kapının yanında duran asker çantasını gösterdi.
İlk icat edilen fotoğraf makinesi gibi, dedi, ilk yapılanlar gibi. Kutuyu bana uzattı. Hiç ağır değildi. Kenarları kontrplaktı.
Burada yeterince ışık yok, dedi, dışarı çıkalım.
Dışarı çıkıp otların üzerinde duran masanın yanındaki erik ağaçlarına doğru yürüdük. Orada durup hala bulutlu olan göğe baktı. İki üç dakika içinde yüksek sesle bir hesap yaptı. Ve makineyi özenle masanın üzerine koydu. Masanın uzun kenarlarının birinin ortasında beyaz dikdörtgen bir bant vardı. Küçük bir yaranın ya da yanığın üzerine yapıştırılan bantlar gibi bir şey. Bu bant da siyah şeritlerle çerçevelenmişti.
Bir gediği bir deliği ortaya çıkarmak için beyaz bandı dikkatli parmakları ile yapıştırıldığı yerden söktü. Sonra elimi tuttu.
İkimiz orada fotoğraf makinasına öyle bakarak durduk. Elbette kımıldadık ama rüzgarda kımıldayan erik ağaçlarından fazla değil. Dakikalar geçti. Biz orada durdukça ışığı da yansıttık ve bizden yansıyan o siyah delikten kutunun içine girdi.

Bu bizim fotoğrafımız olacak, dedi, ve umut içinde bekledik. (s.14)


2. Kucağı köpekli kadın.

Kocası için, daha çok da yirmilerinin başında bir trafik kazasında ölen oğlu için yastaydı. O zaman çektiği acı, otuz yıldır oğlundan geriye bu acıdan başka sarılacağı başka bir şey kalmadığı için sımsıkı sarıldığı bu acı, onun acı çeken herkesle bir dayanışma içinde olmasına yol açmıştı. Hastaları yoklar, ölüsü olanları ziyaret ederdi. Kendi acısı başkalarının acısını arar, onlarla birbirlerine dayanak olmalarını sağlardı. (S. 16)

Bazı köyler masanın üstüne atılan zarlar gibi gelişi güzel ortaya çıkmışlardır. Başka bazı köylerin bulundukları yerde olmalarının nedeni ise daha açıktır: ya iki vadinin birleştiği yerde kurulmuştur bu köyler ya da bir nehrin daraldığı yerde. Ama bazıları da sanki bir el çabukluğu sonucu sanki ta başından beri konumlarının seçimi ile gösteriş yapmak için oradadırlar. Sanki o köyün orada kurulması tanrının bir lütfudur. Bizimkisi işte bu sonuncu türden bir köy. (s. 17)


5. Bebek arabalı yaşlı kadın

Londra’da Oxford meydanının yakınında bir yer. 90’lı yıllar. Yaşını kestirmek güç kırkbeşinde olmalı. Neyi varsa süpermarketten aşırdığı bir alışveriş arabasına doldurmuş. Arabayı kaldırımda iterken bir yandan da başını hafifçe eğmiş, sanki içinde çocuk olan bir bebek arabasına bakıyor. Arabadaki eşyalarını plastik torbalara doldurmuş. Başında bir eşarp ve Rusların “şapka” dedikleri kürk bir kalpak var. Kürkün çoğu dökülmüş. Giydiği pantolonun üstünde pamukla beslenmiş bir ceket, bir de toz renginde taklit bir kürk manto var. Uzaktan onun bir Eskimo gibi giyindiğini düşünebilirsiniz. Ayakları dışında. Çünkü ayaklarında bir çift amerikan tenis ayakkabısı var. Bunları annemin hayattayken oturduğu Hallam caddesi yakınındaki New Cavendish caddesinde, bir çöp kutusunda bulmuş.

Londra metrosunun platformlarındaki bankların yerine son günlerde yolcular için bir takım yeni oturma birimleri kondu. Bunlara yolcular beklerken vücutlarının olanca ağırlığını ayaklarına vermemeleri için yaslanabilecekleri bir çeşit tünek de denebilir. Bunların göze çarpan yararlı özelliği berduşların uzanıp yatmaları için elverişli olmayışları. Geceleri şapkalı kadın istasyonun asfalt platformuna yaydığı mukavva parçasının üstüne yattığında beyaz ayakkabılarını çıkarmıyor yalnızca anneminkiler gibi şişen ayaklarını acıtmasınlar diye bağcıklarını çözüyor.

Şimdi öğle saati ve kadın Oxford meydanının arkasında yüzlerce güvercinin toplaştığı yaya bölgesine doğru yürüyor. Güvercinler şapkalı kadını görür görmez, ya paytak paytak yürüyor ya da kaldırım taşları üzerinden kadına doğru uçuyorlar. O da arabasından çıkardığı plastik torbadan motimer caddesindeki bir lokantadan atılmış bayat ekmeği elleri ile ufalayıp avuç avuç havaya serpiyor.

Bir sürü güvercin kadının kollarına konuyor, bir kaçı havada başının üstünde kanat çırpıyor ama çoğu havadan dökülen kırıntıları gagalamak için yerde bekliyor. Zaman zaman kadın da dalgınlıkla ağzına bir parça ekmek atıyor.

Çocukluğumda evimizin arka bahçesinde kuştan için taştan bir havuz vardı; çok sert geçen bir kış, o zamanlar bu kadının yaşında olan annem her sabah donmuş suyun üstüne kızarmış ekmek koymak için gümüş huş ağaçları arasında kalın karlara basa basa yürürdü. Annem de maeterlinck gibi kuşların ölülerden haber getirdiklerine inanırdı. Arabalı kadın elleriyle bir kuşu tutarken bir yandan başını sallıyor, bir yandan da dirseğini havaya kaldırarak ötekileri kovuyor. Göğsünün üzerinde tuttuğu kuşun tüylerinin bir bölümü dökülmüş, bir pinpon topundan biraz küçük olan yuvarlak başı yarı yarıya dazlak. Kadının verdiği reddetmiş. Kadın bir eliyle güvercini ceketinin üstünde tutarken, bir eliyle de plastik torbalardan birini karıştırıyor ve içinde biraz süt olan bir biberon buluyor; güvercinin açık tutmayı başardığı gagasına birkaç damla akıtıyor.

Her gün Oxford meydanına gelmeden dazlak güvercinin biberonunu hazırlıyor ve sürünün geri kalan güvercinlerini besledikten sonra dazlak güvercinin sütünü veriyor.

Oxford caddesinde alışverişe çıkan kalabalık da durup şapkalı kadını seyrediyor.

Duvarların arkasını göremezler değil mi? diyor evsiz barksız kadın dazlak kuşa. Bahçeye bakmak istiyorlarsa, bırak baksınlar!
Anacığım benim.

Hiç yorum yok: